Kendi hikayesini yanında getiren şehrim Milano
Bir şehre ilk adımınızı attığınızda o şehrin hayatınızda bir yeri olup olmayacağını bilirsiniz.
Mesela Atina’ya adım attığımda orada uzun kalmayacağımı biliyordum. Mikonos’a hayatımın başka evrelerinde de gideceğimi biliyorum. Münih, Frankfurt, Hamburg gibi gittiğim daha bir çok Alman şehri, ilk gidişlerim dışında bir daha hayatımda hiç yeri olmayacağını bildiğim yerlerdi. Olmadı da.
Ya İtalya? Venedik, Floransa, Roma, Como, Bolonya, Siena, Cenova, Sardenya adası, bulunduğum yerler içinde popüler olanlar. Sanremo, Imperia, Savona, Colorno, Reggio Emilia, Bolzano, Cuneo, Fossano, Modena, Crotone belki de hayatınızda hiç duymadığınız İtalyan kentleri. Eminim ki benim yazmayı unuttuğum başka kasabalar da vardır içinden geçtiğim, cafe shop’larında bir caffe lungo içip çıkıp gittiğim, her zamanki gibi tek tabanca halimle gece yarıları tren istasyonlarında beklediğim.. Hiç birinde uzun süre yaşamayacağımı biliyordum.
Tek bir şehir var İtalya’da hayatıma giren. Bütün dünya için kuzey italyanın tek şehri, Milano. İçinde bana özel tasarladığı bir hikayeyle birlikte gelip, beni de içine alıp bir türlü bırakmayan. Bu şehre adım attığım gün Milano ile ilgili hiç bir şey bilmeyen bir turisttim. Sokakları, insanları, alışkanlıklarına dair hiç bir şey. Sırtımda back-pack ile trenle gelmiş ama yine şıklığına düşkün ruhumla şehrin en iyi oteline back-pack’i atar atmaz high heel’lerimi ayağıma geçirip Piazza della Scala’da yürürken biliyordum bu şehrin hayatıma bir hikaye olacağını. Tarih 15.10.2011’di.
Bir çok İtalyan Milano’yu sevmez. İş kentidir Milano onlar için. Çoğu da güney İtalya’dan gelmiş, bankada, finans dünyasında, çeşitli büyük firmalarda çalışarak kuzeyin modern hayatında yuvarlanıp gidiyorlardır ama sıcak İtalyan ruhları ailelerinin yaşadığı güney kentlerinde kalmıştır. Gridir Milano. Gerçekten gri.
Size Milano’nun muhteşem bir şehir olduğunu söyleyemem. Size Milano’da yapılacak müthiş aktiviteler öneremem. Web sitelerinde payetli cümlelerle anlatılan o süper modellerin partilediği çılgınlıklar üstü gece klüplerinden de söz edemem. Edebilirim elbet ama yalan olur. Çünkü biliyorum ki bizim Sortie-Reina gibi boğaz kenarındaki klüpler Milano’nun Just Cavalli ve Armani Privee adlı klüplerine 300 basar. Tek fark, Cavalli ve Armani’de, dünyayı altındaki Range ile turladığı Merter’deki tekstil atölyesi ve Reina arasındaki yoldan ibaret sanan tekstilci abiler yerine medeni bir Avrupalı ile karşılaşma olasılığınızın daha yüksek oluşudur. Dikkat! olasılık diyorum. Çünkü bizim tekstilci abilerimiz gibi Milano’nun ünlü klüplerinin de Rus işadamları ve skinny modelleri ile araya kaynayan balkan ülkelerinden kopup gelmiş fahişeleri meşhurdur.
Yani Milano’daki reel hayat da, diğer her şehirde olduğu gibi turist olarak gözlemlendiğinde başka, arka sokaklara daldıkça başkadır.
Tarih dersek, İtalya’daki Duomo’lar içinde (Dom/kilise) en muhteşemini şehrin kalbinde barındıran meydan Piazza del Duomo, Leonardo da Vinci’nin İsa’nın son akşam yemeği resmini görebileceğiniz Santa Maria delle Grazie kilisesi içindeki duvar, aynı kilisede sergilenen Da Vinci’nin orijinal çizimleri benim etkilendiklerim. Ancak genelde üzerimde bir historical bezginlik olduğu için hangi şehre gidersem gideyim müze gezici biri olamıyorum. Dolayısıyla müze/kilise gezesiniz varsa Google it!
İtalyanlar saat 19:00 gibi kendilerini dışarı atarlar. “Aperitivo” saati dediğimiz açık büfe İtalyan
peynirleri, proscuitto, bresaola gibi İtalyan salamları ağırlıklı finger food’un servis edildiği, genel tercihin şaraptan yana kullanıldığı bir happy hour saatidir 19:00. Yemek saati 21:00’e dek en lüksünden en ucubesine kadar her mekan kendince bir aperitivo yapar. Yani 18:00’de bir mekana girdiğinizde pek kimseyi bulamayabilirsiniz, 19:00’da da kalabalık yüzünden kendinizi içeriye girmeye çalışırken bulabilirsiniz. Özetle Saat 19:00 civarı dolup taşan, ismini sayamayacağım kadar çok “normal” mekan vardır. Normal derken? Yani gerçek Milano’luların hayatını sürdürdüğü, modanın ve o kaplamalı lüksün esamesinin okunmadığı, turistlerin cirit atmadığı, normal şehir hayatı. Bunun en reel örneklerine de “Navigli” denen bölgede rastlarsınız. Öğrencilerin de biraz tercihi olan yerler, ortasından bir kanalın geçtiği Navigli’dedir.
Ancak Milano, Montenapoleone caddesiyle anlatılır. Yürürken podyumda hissedeceğiniz kadar şık, uzun bir caddedir Montenapoleone. Dedikleri gibi bir moda şehridir Milano ve dünyaca ünlü bütün firmaların merkezleri de Via Montenapoleone’dedir. Fashion Week dediğimiz şey sanılanın aksine sadece bir week’ten oluşmaz. Moda sektöründen değilseniz Fashion Week’leri takip edemezsiniz. Bir week biter öbürü başlar. Defile izlemeye gitmediğiniz sürece sizin için “Atiye sokakta etkinlik var bugün” hissiyatından öteye geçmez. Ancak modanın kalbi iç mekanlarda atmaktadır. Dünya modasını belirleyen en ünlü firmalar ve tasarımcılar Milano’dadır. Giorgio Armani’nin sonbahar/kış modasının ilk defilesini de, Versace’nin defile sonrası 500 kişiye verdiği müthiş private partilere de o iç mekanlarda rastlarsınız. Tabi ancak moda sektöründen arkadaşlarınız varsa.
Şık restaurant dersek, yine Montenapoleone’nin girişine konumlanmış Armani Hotel’in içindeki dünyaca ünlü restoran zinciri Nobu’dan söz edebiliriz. Benim hem chef hem güzel bir kadın olan şansım, gündüz Armani Nobu’nun mutfağında çalışıp signature dish Miso soslu black cod pişirmek, akşam da chef sandaletlerimi çıkarıp Gucci’lerimi ayağıma çekerek gündüz balık temizlediğim restoranda şampanyamı içmek gibi enteresan bir kombinasyon sunuyordu bana.
Şık bar dersek, Trussardi alla Scala ve Bvlgari Hotel’in barından sözedebiliriz. Trussardi, La Scala operasının bulunduğu meydanda 2 Michelin sahibi bir şıklık. Milano’da yaşayan ya da genelde İtalyan’ların hali vakti yerinde olanlarının tercih ettiği gibi İsviçre sınırındaki Lugano gölü kenarında yaşayıp Milano’da iş yapan iyi bir kesimin tercihidir Trussardi’nin barı. Aynı zamanda La Scala operasındaki Premiyerlerde de dolup taşan başka bir şık kitle ile karşılaşırsınız. Giderseniz, barmen Tommaso’ya benden bir selam çakın! Bvlgari’nin barı ise daha biraz otel barı görünümündedir. Ancak otel/spa ve Pazar brunch’ları yönünden de popülerdir.
Bir diğer keyifli vakit geçirebileceğiniz bölge de Brera bölgesidir. Bizim Ortaköy havasını biraz andırır. Arabaların geçmediği, içinde hoş restaurant ve mağazaların bulunduğu ufacık bir bölge. Zaten Milano’nun tamamı büyük bir şehir değildir. Her yere metro olmasına rağmen adım başı durak olduğu için Milano’da yaşayanlar benim yaptığım gibi bisikleti tercih ederler. Metrodan bile hızlıdır bisikletle ulaşım. Ben o yağmurda soğukta taksiye binmenizi öneririm.
Geçen sayıda bu sayı için aşktan söz edeceğime söz vermiştim ama, şehrin bir yüzü kara, anlatmayan zenci demeyin diye hayatımın diğer yarısına adım attığım yılların şahidi bu İtalyan şehrini biraz tanıtmak gerekti.
Aşk? İşte dünyanın her yerini dönüp dolaşsam da istemesem bile beni hep bu şehre geri getiren o tuhaf kadersel hikayenin ta kendisiydi.
Şimdilerde Milano ile ilgili hissim, şehrin kaderimdeki miyadını yavaş yavaş doldurduğu yönünde. Bir sonraki “burada bir süre yaşayacağım” hissine sahip olduğum şehir Monaco’ydu, Kimbilir…
to be continued..
Milano 2011–2013