Lahey de neresiymiş?
Ne işim var burada…
Hani başının üzerinde her daim kara bulut ile dolaşan çizgi karakterler vardır ya. Bazen kendimi onlar gibi hissettiğim doğrudur. Hani tam dışarı çıkacaksındır yağmur başlar, şemsiyeni açmaya çalışırsın şemsiye takılır açılmaz, o sırada yanından hızla geçen araba seni bir güzel ıslatır, tam üzerini değiştirmek için eve döndüğünde anahtar elinden kayar ve mazgalların arasından kanalizasyona düşer… Bütün bu absürt film sahneleri gerçekten olur mu? Olur bazen…
Cumartesi sabah 06.00′da, kargalar henüz piyasaya çıkmamış, in ile cin halen top oynamaktayken, Güney Hollanda’nın güzide kasabası Middelburg’tan yola çıktığımda her zamanki gibi keskin soğuk, yüzüme tokatlar atarak uyanma sürecimi hızlandırıyordu. Koşar adımlarla beni Amsterdam’a götürecek trene binmek üzere istasyona zor atim kendimi. Kahve mi? nerdeee… O saatte bırak açık bir dükkanı, hareket eden bir şey bile görmek mümkün değil. Kediler dâhil.
Neyse ki trenler zamanında geliyor bu ülkede… Diye içimden geçirirken, bingo! Yarım saatlik bir gecikme görünüyor ekranda. Bununla kalsa iyi, trene bindikten bir sure sonra Flemenkçe uzun anonslar duymaya başladım. Önce standart anonslar olduğunu düşünüp umursamadım. Sonra bir anda tren durdu ve herkes inmeye başladı. N’oluyor??
Neyse ki bu ülkede herkes ikinci dil olarak İngilizce konuşuyor. Tren raylarında çalışma olduğu için trenler bu noktadan sonra devam edemeyecek. Buradan bir otobüse binip, oradan başka bir istasyona varıp, yeniden trene binip Amsterdam’a varabilirsiniz dedi yaşlı bir kondüktör bayan. Otobüs? Hangi otobüs? Varış noktası neresi? ejdhaaajkakbsbbdjeeebaden gibi bir şey… Neresi pardon?ejdhaaanshdhfkjnjkjddneed… Anlayamadım? Niye bu Flemenkçe’de her kentin ismi bu kadar uzun?
Kafamda onlarca soru ile birlikte Hollanda köyleri arasında kaybolmamak için yapılacak en iyi şeyin sürüyü takip etmek olduğuna karar verdim. Herkes hangi otobüse biniyorsa oraya… Hatta isi iyice garantiye alıp bir Hollandalıyı kurban olarak seçip bütün yolculuk boyunca yanından ayrılmadım.
Amsterdam’dan sonrası kolay. Uçağa atladığım gibi ver elini Milano.
Milano anıları sonraya kalsın, esas size dönüş yolunda yine Tom ve Jerry maceralarından hallice olan yolculuk yüzünden yanlışlıkla keşfettiğim bir başka Hollanda şehrinden söz edecegim.
Lahey!
Yine aynı his! Ne işim var yaa benim burada dedirten bir başka şehir. İlk yazımı okuduysanız neden bahsettiğimi hatırlayacaksınız. Bazı şehirler vardır ve turistik bir özellikleri olmadığı için oraya yolunuzun düşmesi için gerçekten başınıza bir şeyler gelmiş olması gerekir. Şanslıysanız bir Tarantino filmi içine düşmeden sadece ‘ne isim var yaa benim burada’ diyerek ucuz atlatırsınız!
Daha havaalanına giderken başladı Tom ve Jerry’nin maceraları. Bulabildiğim tek uçak sabahın körü uçağı diye tabir ettiğimiz 06.00 uçağıydı. Mecbur gece karanlığında yollara düştüm. Ama tam tabiriyle ‘Yollara düştüm’! Yani düz yolda valizimi sürüklerken betona çakıldım. Çenemde kocaman bir morluk, topallaya topallaya alana varıp bir kahve aldım. Kahve elimde valizi tutacaktım ki valiz düşüp elimdeki kahveyi üzerime boca etti! Islak bir Jean ile uçağa bindim.
Amsterdam’a geri dondum. Alandan bir başka Jean satın alıp topallamaya devam ederek trene bindim. Herhalde artik yol çalışması bitmiştir diye huzurla yolculuk ederken bir iki durak sonra yine bir anons, yine herkesin trenden inişi ve yine aynı sahne! Allahım bitmiyor! N’oluyor? Nereye gidiyoruz? Yol çalışması mı varmış? Yok, daha beteri. Tünellerden birinde yangın cıkmış, güneye giden bütün trenler iptal! Ne zaman çalışacakmış? Kimse bilmiyor! Peki, neredeyiz şu an? Den Haag. Ney? Den Haag ya da Gravenhage. Al bir de buradan yak! Telefonumun haritasına bakıp nerede olduğumu anlamaya çalışıp bir yandan da istasyon büfesinde çaresiz halimle bir sandalyeye çokmuş muffin yerken Türkçe olarak ‘Neredeyiz biri söylesin Allah aşkına’ diye mırıldandım! Lahey dedi biri!
Lahey de neresi? Arkamı bir donüp baktım, büfenin sahibi adam! Tam arkamda elleri belinde dikiliyor. Yaka etiketinde de Mustafa yazıyor. Aaa Türk müsün nidaları ile başlayan kısa sohbet sonrası Türk’ün imdadına Mustafa yetişir diyerek valizimi kendisine emanet ettiğim gibi şehri keşfetmeye cıktım.
İşte Lahey enteresan öneme sahip bir Hollanda şehri. Sokaklarında turistik güzellikler görmek mümkün değil ancak Çin mahallesinden tut, Amerikan barına, Tayvan lokantasından İrlanda Pub’ına, Shanghai zerzevatçısından Afro Indian marketine, hatta önünden geçerken içeride Tarkan çaldığına şahit olduğunuz, vitrini su böreği ve sucuklu menemen süslü simit sarayına kadar her turlu milletin içinde yaşadığı enteresan bir şehir.
Şehrin Hollanda için önemi ise Hollanda Krallığının bu şehirde olması. Hollanda kralının oturduğu saray, Krallık hükümeti, bakanlıklar, parlamento, Hollanda yüksek mahkemesi, yabancı elçilikler hatta uluslararası adalet divani, uluslararası ceza mahkemesi de Lahey’de.
Tuhaf bir havası var şehrin. Elbette ki diğer Hollanda şehirlerine benziyor ama daha bir ciddi, ama aynı zamanda daha bir izbe. Her zamanki gibi havası soğuk ve sevimsiz.
Kısa bir Lahey turundan sonra yangının söndürülmüş olmasıyla beni eve götürecek treni yakalayıp bu tuhaf şehirden ayrıldım.
Simdi sizi gri LAHEY fotoğraflarıyla baş başa bırakıp haftaya sıpsıcak bir Mikonos kaçışı okuyabilmeniz için kendimi Mikonos’un dar sokaklarına atıyorum. Evet, şu an Mikonos’tayim. Simdi gidip tarifini sizinle paylaşabilmem için lezzetli bir karides yiyeceğim.