Paris’te Michelin yıldızsız bir sandviççide oturuyorum
Alt tarafı sandviç işte. İtalyanların Panini, Amerikalıların sandviç dediği, İtalyan Ciabatta, Fransız baquette ya da Türk pidesi, ne çeşit istersen o çeşit ekmeği ortadan ikiye yarıp icine jambonlar, peynirler, domates ve yeşillikler, ton baliği, somon, et, tavuk, döner ne istersen tıkıştırıp da kuru kuru kalmasın diye spread dediğimiz bir takım soslar sürülerek yapılan basit fast food yiyecek!
İşte bu basit yiyecek neredeyse herkesin ana yemeği. Dünyanın neresi olursa olsun her köşe başında bulabileceğiniz yegâne yiyecek.
Öyküsünü biliyor musunuz?
Kumara düşkünlüğüyle destan olmuş bir kumarbazın, kumar masasından kalkmamak için iki ekmek arasına et koydurtup masaya istemesi yaratmış sandviçi. Kumarbaz da herhangi biri değilmiş. Ayni zamanda 1778’de Captain Cook tarafından keşfedilip ismi Sandwich Adaları konulan Hawai adalarının da isminin çıkış noktası olan, İngiltere’nin kuzey denizi yakınındaki Sandwich bölgesi kontu Montagu’ymuş. Kumar masasındaki diğer kumarbazların da “bana da ayni Kont Sandwich’inki gibi getir” diye diye o iki ekmek arası eti sipariş etmeleri yüzünden bu meşhur yiyecek “Sandwich” diye isim almış.
Ben her köşe başında böyle sandviççiler görünce içeri dalarak kendi sandviçini yaratıp yiyenlerdenim. İstanbul’da da tostçular meşhurdur. Tost büfeleri, simit sarayları kadar geleneğimiz halini alsa da “toast” uluslararası bir yiyecek olduğundan meseleyi üstümüze alınmaya çalışmamışız.
Son on yıl içinde Türkiye”de tostçuların dışında Avrupa`daki sandviççilere benzer mekanlar da açıldı. İçi bomboş olan beyaz ekmeğin dışında da nihayet dolgun ve doygun ekmekler yemenin keyfine varan modern İstanbullu, o ekmekler içine yapılmış somonlu, tonlu, jambonlu sandviçler ile tanıştı. Aynı kafeler, benim gibi salata yemeye bayılan ve zayıf kalma çabasındaki genç kızlara hitap eden salata ve çorbaları da menüsünde barındırıyor ve bu tip mekanlar bence her daim iş yapıyor!
İşte o zaman da bu Michelin Star, High Quality, Fine Dining, adına ne dersen de bu atla deveyi yan yana getiren, kuş mu konduruyorsunuz lafına taş çıkartan kuşlar konduran meşhur restoranlarda çalışmış şef beynim düşünüyor: Madem insanın tek isteği basit ve lezzetli yemekler, biz şefler neyin peşindeyiz? Bu da kapitalist dünyanın bir çeşit reklamla dönen ve para getiren sistemi değil mi? İstanbul’daki en baba restoranın, en sosyetik mekânın Bolu`lu şefi, iş çıkışı tüm o fancy menüyü unutup köfte rakıya dalmıyor mu? Biz de Michelin yıldızı için mutfakta kendimizi harap ederken boş günümüz olan pazar gününde bu sandviççilere gitmiyor muyuz? İtalyan Trattoria`da yediği yemeği anne lezzeti gibi diyerek öve öve bitiremez, Türk de esnaf lokantasından ağzının suyu akarak bahseder. Elbette her yemeğin amacı, alıcısı, sunuşu farklı olduğundan ve bu bir sektör olduğundan hepsi olmalı içinde. Bu yazıdan bir Michelin aşağılayıcısı olduğum sonucu çıkmasın. Aksine Michelin yıldızı almış restoranlardaki müthiş yaratım tabaklara “bu ne böyle cücük kadar yemek koyuyorlar” diyen cahiliyete karşıyımdır.
Bir gün bir sandviççiye de Michelin verirler mi bilmem ama inandığım tek şey dışarıda yenen yemeğin sanatsal bir faaliyet değil, insanların keyifli vakit geçirip doyacakları bir zevk saati olduğu. Buna göre et aynı et, balık aynı balıktır ve sen onu öyle güzel pişirir ve öyle havalı tabaklarsın ki, Michelin de alsan olur, sadece insanların gülümsemesini de…